Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiirlerinden Seçmeler

admin
0

Bizim  Memleket

Bizim  Memleket

İçimden tanırım ben o illeri,

Onlar ki zahirde viran olurlar.

Ardıçlı dağları, Çamlı belleri,

Aşanlar Şirin’e hayran olurlar.

 

Dökülür köpüklü sular yarından,

Baharlar yaratır, kışın karından,

İçenler sihirli pınarlarından

Şöyle bir silkinir, ceylan olurlar.

 

Başı boş kırlara salar tayını,

Elinden düşürmez okla yayını,

Aklına getirmez  zafer payını,

Memleket yolunda kurban olurlar.

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL


Han  Duvarları

Han  Duvarları

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımdaki demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar..

Gidiyordum, gurbeti gönlümce duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya..

 

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık.!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı..

Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

Önce uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler..

 

Ellerim takılırken rüzgarın saçına,

Açıldı arabamız bir dağın yamacına,

Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık.!

Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar,

Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu,

Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.

Serpilmeye başladı, bir yağmur ince ince,

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince..

 

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi,

Yollar bir şerit gibi, ufka bağladı bizi.

Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

Yol, hep yol, daima yol,. Bitmiyor düzlük yine.

Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,

Sonu ademdir diyor insana yolun hali,

Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan,

Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan.

Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,

Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor..

Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine,

Uzanmışım, kalmışım, yaylının şiltesine..

 

Bir sarsıntı..Uyandım uzun süren uykudan,

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.

Karşıda bir hisar gibi Niğde yükseliyordu,

Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;

Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,

Bir kenarda göründü beldenin viran hanı,

Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri,

Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri..

 

Bir dava bulmak için bağrındaki yuvaya..

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.

Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

Bir parıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,

Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı,

Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı.

Gitgide birer ayet gibi derinleştiler,

Yüzlerdeki çizgiler, gözlerde ki çizgiler..

 

Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı.

Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;

Fani bir iz bırakmış, bur da yatmışsa kimler,

Aygın baygın maniler, açık saçık resimler..

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken

Kapanmıyor gözlerim duvarlarda gezerken.

Birden bire kıpkızıl bir kaç satırla yandı,

Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı,

Ben garip çizgilerle uğraşırken baş başa,

Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa:

 

           “On yıl var ayrıyım Kına Dağından.

             Baba ocağından, yar kucağından.

             Bir çiçek dermeden sevgi bağından.

             Huduttan hududa atılmışım ben..”

 

Altında da bir tarih : Sekiz Mart Otuz yedi..

Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi..

Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş.!

Ne hudut kaldı, bu gün, ne askerlik, ne savaş;

Araya gitti diye içlenme baharına,

Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına.!

 

Ertesi gün başladı, gün doğmadan yolculuk,

Soğuk bir mart sabahı., Buz tutuyor her soluk,

Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri,

Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.

Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,

Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor,

Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,

Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar,

Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz gitgide,

İki dağ ortasında boğulan bir geçide..

 

Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden,

Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden;

Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,

Önümdeki arazi örtülü şimdi karla.

Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,

Burada son fırtına son dalı kırıyordu..

Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla.

Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.

Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü,

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü.

Gönlümde can verirken, köye varmak emeli,

Arabacı haykırdı: “İşte Araplı Beli.!”

Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana,

Biz menzile vararak atları çektik hana..

 

Bizden evvel buraya inen üç, dört arkadaş,

Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş,

Çatırdayan çalılar, dört cana can katıyor,

Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…

Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri..

Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

Kalbime ateş gibi, şu satırlar giriyor:

 

            “Gönlümü çekse de yarin hayali,

              Aşmaya kudretim yetmez cibali,

              Yolcuyum bir kuru yaprak misali,

              Rüzgarın önüne katılmışım ben..”

 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı.

Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde,

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.

Uzun bir yolculuktan sonra, İncesu’daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım.!

 

           “Garibim namıma Kerem diyorlar,

             Aslımı el almış harem diyorlar,

             Hastayım derdime verem diyorlar,

             Maraşlı Şeyhoğlu satılmışım ben..”

 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın, bu gurbet çıkmazında,

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, Evliyalar adağı.!

Bahtına lanet olsun aşmadın sa bu dağı..

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna, kurduna.!

 

Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

“Hancı dedim; bildin mi Maraşlı Şeyhoğlunu.?”

Gözleri uzun uzun burkulu kaldı bende,

Dedi :  – Hana sağ indi, ölü çıktı geçende.!

 

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti..

Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi,

Aradan yıllar geçti, işte o günden beri,

Ne zaman yolda bir hana rastlasam irkilirim,

Çünkü siz de gizlenen dertleri ben bilirim,

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar.!

 

Ey garip çizgilerle dolu Han Duvarları,

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları.!

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL


Çoban Çeşmesi
 Çoban Çeşmesi

Derinden derine ırmaklar ağlar

Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.

Ey suyun sesinden anlıyan bağlar

Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?

 

“Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca,

Yol almış hayatın ufuklarınca,

O hızla dağları Ferhat yarınca

Başlamış akmaya çoban çeşmesi..”

 

O zaman başından aşkındı derdi,

Mermeri oyardı, taşı delerdi.

Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,

Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi..

 

Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu

Kerem’in sazına cevap veren bu,

Kuruyan gözlere yaş gönderen bu.

Sızmadı toprağa çoban çeşmesi..

 

Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,

Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda;

Ateşten kızaran bir gül arar da

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi..

 

Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,

Tarihe karıştı eski sevdalar:

Beyhude seslenir, beyhude çağlar

Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi..

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL







Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)